images.png

İhsan Şenocak'a açık mektup ve bir makalenin reddiyesi-1

İhsan Hocam "Şia gerçeği ya da İran Şia Cumhuriyeti ile İslam birliği mümkün mü?" adlı yazınızı üç defa okudum. Siz bizzat “ve cehadû bihâ vesteykanetha” ayeti gereği bir şeye karşı körüne körüne ölçüt tanımayan bir düşmanlık içerisindesiniz. Açıkçası olayları doğru ve sağlıklı bir şekilde analiz edemediğiniz kanaatindeyim.

11 Şubat 2024 Pazar

Geçen yıl içerisinde yitirdiğimiz rahmetli ve mazlum dayım Ehl-i Beyt ve hakk aşığı merhum Hac Mustafa Caduk ve “Ali bir fenomendir, aşılamaz” diyerek Ali sevgisini dile getiren merhum amcam Osman Dindarzade anısına...

Cevher Caduk (İlahiyatçı-Öğretmen)

İhsan Şenocak'a açık mektup ve bir makalenin reddiyesi-1

Rahman Rahim Allah'ın ismiyle!

İnsan beden, akıl ve kalp boyutlarına sahip bir varlıktır. Bu ihtiyaçlarını karşılamak için sa'y eder ve gayret gösterir. Bu yapısı itibariyle aklı ve kalbiyle hakikatin taliplisidir. Hakikat, onun için ekmek ve su gibi temel ihtiyaçtır. Yaşamı boyunca karşılaştığı bir çok konuda ve meselede hakikati talep eder durur. Biz de bu okumalarımızda kendi durduğumuz yerden hakikat olduğuna kanaat getirdiğimiz şeylerle olayları değerlendirmeye çalışacağız. Elbette ki hatalarımız ve yanlışlarımız olacak. Bunlardan dolayı da Rab Teâlâ'dan bağışlanma ve mağfiret talep eder okuyuculardan da özür dileriz.

Hakikat karşısında girilen yolun yanlışlığı, ölçüt ve kıstasların doğru olmayışı kişiyi yanlış noktalara götürür. Bundan dolayı kişi hikmete uygun bir tarzda eleştirilmeli ve tenkit edilmelidir. Fakat bundan kötüsü ise bir şeye kin ve taassup derecesinde düşman olmaktır. İçlem ve kaplam olarak Şia'yı ve İran İslam İnkılabını eleştiren bir çok kimse vardır. Bunların bir bölümü bize göre yanlış kıstas ve ölçütlerden hareketle yapılan eleştiriler ise de nihayetinde kendi bir hak ve hakikat arayışına dayalı bir eleştiridir. Bunlarla yapılacak tartışma ve mülahazaların temelinde o ölçütlerin doğruluğu ve yanlışlığı olmalıdır. Ele alınan konuların bir bölümünde haklı da olabilirler. Şia mektebi müntesipleri olarak bizler de bu tür tartışmalarda muhatabımızın doğru olabileceği olasılığını göz ardı etmemeliyiz ve hatta o konu ve konular özelinde doğruyu öğrendiğimizden ötürü teşekkür etme erdemini de gözetebilmeliyiz.

İhsan Şenocak'ın eleştirisine geçelim! İhsan Hocam Şia gerçeği ya da İran Şia Cumhuriyeti ile İslam birliği mümkün mü? adlı yazınızı üç defa okudum. Zaman zaman bazı arkadaşların sizlerden alıntılarda bulunarak yaptıkları paylaşımlara vakıf olunca inanın ki sizin eleştirileriniz yukarıda özelliklerini belirttiğim kategoriye girmiyor! Siz bizzat “ve cehadû bihâ vesteykanetha” ayeti gereği bir şeye (hakikat demiyorum, Şia ve İran İslam İnkılabı sapık ve dalalet ehli olabilir) karşı körüne körüne ölçüt tanımayan bir düşmanlık içerisindesiniz. Dolayısıyla zihin ve kalbinizi yoklamanız gerekiyor. İran İslam Cumhuriyeti aleyhinde yazdığınız şu satırlar kör taassubunuzun ve mesnetsiz düşmanlığınızın göstergesi! Amerika İran'a “Biz seninle düşman gibi görünelim! Sen kahraman ol!” Dolayısıyla buradan görüldüğü kadarıyla İran dolayısıyla Şia-i İmamiyye hakkındaki değerlendirmeleriniz hiç de öyle adilane değil. Ta en baştan bu duygunun doğruluğunu/yanlışlığını gözden geçirmeniz gerekiyor. Sizin bu tür tavırlarınız aynen şu fıkraya benziyor: İki kişi uzakta bir karartı görürler. Bu karartıya biri karga diğeri keçi der. Bu tartışma karartının ne olduğunu tespit edebilmek için karartının yanına yaklaşmaya kadar devam eder. Nihayetinde bu iki kişi yaklaşıp da karartı kanatlanınca keçi iddiasında bulunan şahıs: “Sübhanallah! Keçiler de uçuyormuş” der. Bu bir fıkra olmakla birlikte maalesef sizin özellikle İran İslam İnkılabına ilişkin tavrınızı çok andırıyor. Maalesef sizin etki alanınızın fazlalığı ve bu bakış açısını pompalamaya çalışmanız -durduğumuz yerden- hakikate veya en azından hakikat arayışına karşı olumsuz bir atmosfere neden oluyor. Yoksa mensubu olduğum Şia-i İmâmiyye'yi ve İslamî dürtüler ve saiklerle sevdiğim İran İslam İnkılabını çevremde eş ve dostlarımdan eleştiren bir çok kimse var. Onlara karşı olumsuz kanaatim yok. Sadece durduğum yerden yanlış düşündüklerini ve yanlış bir kanaate sahip olduklarını düşünüyorum ve onların da Ehl-i Beyt (Şia) mektebinin ilkeleri gereği “Mürcevne li emrillah” ve Rab Teâlâ'nın fiili sıfatları mucibince af ve mağfiret kapsamına girebileceğine dair ümit besliyorum. Onlarla ilişkilerimde olumsuz duyguya da yer vermiyorum. Sadece o kanaatlerinin yanlış ve hatalı olduğunu düşünüyorum. Bu kadar. Tabi hatanın büyüklüğü ve küçüklüğü ayrı konu. Orası meşiet-i ilâhiye kalmış. Kaldı ki aynı konularda ben yanılmış olabileceğimi her zaman olasılık dairesinde tutarım.

İkinci bir husus hakikat karşısında arap, Türk, Fars, Kürt, İngiliz, siyah, beyaz, kızıl, sarışın hiçbir şeyi ifade etmiyor İhsan Hoca! Rab Teâlâ ve Muhammed Mustafa'ya yakınlık yoksa belirtilen bu fiziksel özelliklerin bir etkisi ve bir dahli yoktur. Siz olaylara hala Osmânlı Safevi, Selçuklu-Büveyhî perspektifinden bakadurun, bunlar bir şeyi ifade ediyor değildir. Belki hadd-i zatında bunların aralarındaki çekişmeler Kitab, Nebev-i Sünnet, selim akıl çerçevesinde değerlendirildiğinde bir şeyler ifade edebilir. Bu noktada ölçütler belirlenmeli, kişi içinde bulunduğu fiziksel aidiyetlerden kurtulmalıdır. Bu noktada sizin de bunu yapmanız gerekiyor. İnsan kendi kendisini büyük insanlık ailesinin bir ferdi olarak ifade etmeli, bu ailede akıl ve kalben buluştuğu insanların kendisinin yakını olarak kabul etmelidir. Dolayısıyla bu coğrafyada yaşadığımdan ve ırk olarak Kürd/Türk olduğumdan ötürü bunlar benim için hakikat noktasında bir şeyi ifade ediyor değildir İhsan Hocam! Size tavsiyem siz de bu erdemi göstermeye çalışın. Ben aklen ve kalben hakikate ulaşanlara kanaat getirdiğim kimseleri kendime yakın ve benden/bizden diye görmeye çalışırım. Bu perspektiften bakıldığında insanlık aleminin evrensel değerlerini ve Öz Muhammedî İslam'ın ilke ve prensiplerini dünyanın hangi noktasında birisi zikir ederse etsin onu insanlık ailesinin ve İslam'ın sesi olarak görüp kendime yakın hissederim. Kanaatimizde bizim için geçmişin Selçuklusu, Büveyhisi, Abbâsîsi, Emevîsi, Fâtımîsi biyolojik ve ırkî bir aidiyet olarak hiçbir şey ifade etmiyorlar. Sadece hakikate uyan tavır ve siretleri değerlidir. Ama bu noktada düşünce arka planınızı bir yoklasanız iyi olacak gibi.

Ele alacağım ve cevabını vermeye çalışacağım bu yazınızda maalesef Şia-i İmâmiyye'yi ve İran İslam İnkılabını İslam dışı görmüşsünüz ve bu iki yapının bir plan ve proje olduğunu empoze etmeye çalışmışsınız ve bunun müsellem bir hakikatmiş gibi sunmuşsunuz. Biz size Ahiretin olduğunu hatırlatmakla yetiniyoruz. Beri taraftan kendimi/kendimizi mümin ve Müslüman olarak görmekteyiz. Bu cevabî yazımızın sonucunda siz ve okuyucu(lar) Şia-i İmâmiyye'nin bir proje hareketi olup olmadığını ve İran İslam İnkılabının Aziz İslam dininin düşmanı olup olmadığını kendisi belirleyecek ve bir kanaate varacaktır.

Bu yazılar dizisini kaleme almamızın illet-i gâîsi, çevremde gördüğüm samimi Müslüman olduğuna kanaat getirdiğim bir çok aziz dostun siz ve sizin gibi kalem erbablarının İslam dünyasının bir kesiminin tadliline yönelik hakikatten uzak, ilmî ve aklî temellerden yoksun olduğuna kanaat getirdiğim tavrınızın etkisini bertaraf etmek ve bu konuda hak ve hakikatin ortaya çıkmasını sağlamaktır.

İhsan Hocam! Hemen şu hususa dikkat çekmek istiyorum. Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin geçmişten günümüze kadar bir bölümü bizim gibi vahdete aşık insanlar. Her iki kesim içerisinde de bir grup böyle bir birlikteliğin gerçekleşmesi arzusuyla yaşamaktadırlar. Beri taraftan her iki grubun içerisinde yek diğerini İslam dininin dışında gören, diğerini tekfir eden ve diğeri dediği kimselerle yakınlaşmaktan rahatsız ve huzursuz olan kesimler var. Her birisi diğerinin uç isimlerini ve vahdete düşman olanların videolarını paylaşıp işte Şia ve İran budur, ya da Ehl-i Sünnet budur diyerek bu halisane çabayı baltalamaya çalışmaktadır. Sizin de birkaç paylaştığınız videonuzda gördüğüm üzere Ehl-i Sünnet'e hakaret eden Hasan Allahyari, Emir Kureşi, Yasir Habib (Habis) gibi Ehl-i Beyt mektebini temsil etmeyen kimselerin videolarını paylaşıp Şia ve İran İslam İnkılabı böyledir, şeklindeki tavrınız eğer kasıtlı değilse çok büyük bir gaflet eseridir.  Ehl-i Sünnet kardeşlerimize Şia toplumunda bir kin ve adavet oluşturmak için Velid İsmâîl, İsa el-Lâmî gibilerinin videolarını sürekli gündemde tutup Ehl-i Sünnet Yezîdî'dir ve Nasıbî'dir şeklinde propaganda yapanlar da bu yapının diğer tarafını teşkil etmektedir. Siz isteseniz de istemeseniz de biz Ehl-i Sünnet kardeşlerimizi Müslüman olarak görmeye devam edeceğiz ve onları kardeşimiz olarak telakki edeceğiz, vahdet aşığı samimi Ehl-i Sünnet kardeşlerimiz de İran İslam Cumhuriyetini ve İmamiyye Şiasını Müslüman kardeşleri olarak görmeye inşallah devam edeceklerdir. Ehl-i Sünnet dünyası sizin bakış açınızla düşünenlerden ibaret olmadığı gibi Şia dünyası da ne kadar garezkar davransalar da Ehl-i Sünnet'i Yezîdî ve Nasıbî görenlerden ibaret değildir. Dolayısıyla biz İslam Ümmetinin ümitli birer bireyleri olarak Fethi Şikaki, Yahya Sinvar, Ebu Ubeyde, Ziyad Nahale gibi Ehl-i Sünnet kardeşlerimizle hatta Hugo Chavez, Rachel Corrie (Rabbim onlara rahmetiyle muamele eylesin) insanlık ailesinin özgür ruhlu bireyleriyle birlikte birbirimizi kardeş olarak görecek ve Dünya İstikbarı karşısında direneceğiz.

İnşallah bundan sonraki yazılarınızda bu bakış açısından kurtulmanız ümidi ile bu makaleler dizisini kaleme alıyoruz.  

Bu kısa girişten sonra eleştirilerinizi bölüm bölüm ele alıp cevaplandırmaya çalışacağız(m)  

Şia gerçeği ya da İran Şia Cumhuriyeti ile İslam birliği mümkün mü?!

Büyük Yürüyüş

Allah Rasulü “kuruluş”, sahabe ise “yükseliş” dönemidir. Risaletin bereketi ve sahabe olmanın feyziyle onlarca yıl, yıllara sığdı. Hicaz ve çevresi insanlığın diriliş havzası oldu. İslam önü alınamayan bir hızla yayıldı, şehirler, ülkeler İslam Devleti'ne katıldı. O günleri tahayyül edin. Sürekli yeni fetihler var. Mısır, İran ve Bizans sadece olanları seyretmek ve yok oluşlarını biraz daha geciktirmekle meşgul. Ölecekler, bunu biliyorlar fakat ölüm biraz daha nasıl geç olur diye çabalıyorlar. İslam'ın intişarına engel olamıyorlar, durduramıyorlar Allah Rasulü'nün öğrencilerini. Bizans, Mısır ve İran sadece birer ruhsuz ceset… Sadece suretleri var. Her zaman olduğu gibi merkezde ise Yahudi var. Bozmaya memur millet… Yahudi, İslam'ın önünü kesebilmek için sürekli strateji geliştiriyor. Medine'nin, Hayber'in intikamını almak için fırsat kolluyor, hamle imkanı arıyor. İslam'ın yolunu kesecekler. يُرِيدُونَ لِيُطْفِؤُوا نُورَ اللَّهِ بِأَفْوَاهِهِمْ [1] Kalemleri, ağızları, silahları dahil neleri varsa onlarla saldırıyor, Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Fakat hüküm zahir, nur sönmeyecek. Ayaklarda çarık, sırtlarda yamalı cübbe, başlarda nurdesen sarıklarla sahabe ilerliyor. Şehirler düşüyor, yürekler İslam'la hürriyete eriyor. Küfür cephesinin her stratejisi akamete uğruyor. Kocaman devletler yükseliyor, sahabe ilerliyor. Hz. Ömer zamanında İran bütünüyle İslam'ın oluyor. Persler aynı kimlikle bir daha dönmemek üzere siyasete veda ediyor. Küfür cephesinde mağlubiyetten öte bir durum, bir hezimet var. Damarlarında uluhiyet kanı dolaşıyor dedikleri efsane komutanları Hürmüzan Medine'ye geliyor. Sarayda görüşeceğini zannettiği Hz. Ömer'le Mescid'de karşılaşıyor ve Onun, “benimle konuşmak istiyorsan çıkar tacını başından” şeklindeki emriyle sarsılıyor. İmparatorluklarını kaybediyorlar. Bu yüzden Farisilerde Hz. Ömer'e (r.a) karşı büyük bir kin oluşuyor. Ortamı yakından izleyen Yahudi Hz. Ömer'in şahadetinden sonra büyük bir gizlilikle her şehirde mayalanıyor.

Fetih politikasının meşruiyeti 

Bu paragrafınızla siz genel bir çerçevede yazmışsanız bir iki husus dışında itiraz edilecek bir şey yok gibi. Ama bu satırlarınız İran İslam İnkılabını ve Ehl-i Beyt Mektebini Aziz İslam dininin dışında olan birer yapı ve kurum gösterme amacına mebni ise afakî cümlelerle ve mesnetten yoksun ifadelerle değil de delil ortaya koyarak yazmanız gerekiyor.

a- Bu çerçevede Şia ve İran İslam İnkılabının büyük bilginlerinin (Şeyh Müfîd, Şeyh Sadûk, Muhakkık Hıllî, Necefî, Huî, Burûcerdî, Tabâtabâî Yezdî vd. ) kitaplarından -ki seçeceğiniz zatlar Ehl-i Beyt mektebinin temel umdelerinden olmalı- cihad anlayışını ortaya koymalı ve bunun İslam dininin temellerine nasıl dinamit koyduğunu ispat etmelisiniz. Öyle ya! Şia mektebinin aziz İslam dini ile çatışan ve İslam dinine düşman olan bir yapı olduğu şeklinde oldukça büyük bir şey iddia etmişsiniz. Bu iddia öyle içtihat farklılıkları ile ispat edilecek bir iddia değil. Bizzat İslam'a aykırı şeytana hizmet eden bir yapı olduğunu ispat edecek deliller sunmalısınız. Bunu yapmazsanız biliniz ki MÜFTERİSİNİZ. 

b- Şia alimlerinin İlk dönem gerçekleştirilen İslâmî fetihlere bakış açısını ortaya koymalı ve bu bakış açısının İslam dini ile taban tabana zıt bir yaklaşım içinde olduğunu ispat etmelisiniz.

Ama hem bu paragraftan hem de sonraki başlıklar altında yazılanlardan öyle anlaşılıyor ki müsellemattanmış gibi konuyu sunup okuyucu kitleniz üzerinde bir tahakküm oluşturmaya çalışıyorsunuz. Biz de bunun böyle olmadığını Ehl-i Beyt mektebi bilginlerinin görüşlerinin (doğruluğunu ve yanlışlığını tartışmaksızın) dayanak ve mesnedlerini ortaya koyarak bunların dinî metinlerden istinbat ve istihraç edilen birer rey olduğunu göz önüne serd etmeye çalışacağız. Bu kadarı bizim ihtiyacımızı görmeye kafidir. Zira sizin iddianız Şia'nın ve İran İslam İnkılabının İslam dışı bir yapı olduğu yönündedir. Bunun islamî birer rey olması iddianızın çürüklüğü ve temelsizliği için yeter de artar bile. Ehl-i Beyt mektebinin cihad ve fetihle ilgili görüşlerinin yanlış ve hatalı olduğunu iddia etseydiniz biz de savunmamızı öyle yapmak zorunda kalırdık, hatta savunmayabilirdik de. Nihayetinde İslam dini içerisinde yanlış bir görüş olarak değerlendirmektesiniz. Yanlış görüş olarak değerlendirmek ayrı bir olgu, din dışı görmek, proje reyler olarak görmek ayrı bir olgu. Bu derece sert yazıyorum ki belki ne iddia ettiğinizin farkına varırsınız.

Biz ise fetih ve cihad gibi konularda Ehl-i Sünnet kardeşlerimiz ile uyuşmadığımız noktalarda kardeşlerimizin o noktalardaki görüşlerinin hatalı veya yanlış olduğunu dillendiririz. Hatta ulaşılan rey açısından sadece ulaşılan rey noktasında mazur olduğuna da kanaat getiririz. Tabi istinbat ameliyesi, gösterdikleri cehdü gayrete gelince onların hükmü ayrı. Nihayetinde dileyen mutmain oluyorsa Ehl-i Sünnet'in herhangi bir mezhebini benimser, dileyen de bizim gibi kalben ve aklen benimsediğimiz Ehl-i Beyt mektebine ittiba eder.

Şia'da cihad anlayışı

İhsan Hocam! Kur'an-ı Kerim kavramlarıyla ilgili çalışmalar bilindiği üzere İslamî ilimler sahasında ihtiyaç duyulan eserlerdendir. Bir çoğumuz hâlâ Kur'anî bir kavramı incelerken Râgıb el-İsfahânî'nin el-Müfredât'ına müracaat ederiz. Elbette ki bu normal bir durumdur. Şimdi diyorsunuz ya genelde Şia-i İmâmiyye özelde ise İran İslam İnkılabı İslam'a düşman yapılardır. Ben de diyorum ki siz bu iddianızla -belki ne büyük bir iddiada bulunduğunuzu size göstermek için bunu yazı boyunca tekrarlayacağım- bir müfterisiniz. Bakınız Kur'an kavramları sahasında İran İslam İnkılabının İslamî hizmetlerinden ve Şia'nın iftiharlarından olan bir eseri şimdi size arz edeceğim. Allâme Mustafavî'nin 14 ciltlik et-Tahkîk fî kelimâti'l-Kurani'l-Kerîm adlı eseri. Vaktiniz elveriyorsa eserin bütün maddelerini ele alıp inceleyebilirsiniz. Meydan okuyorum: Şia'nın kadri yüce bu bilginin ve bu eserinin İslam dini ile taban tabana zıt bir kitap olduğunu ortaya koyunuz. Fakat iddianızı ispat sadedinde ortaya koyacağınız cümle görüş ayrılığı veya tevil edilebilir bir cümle olmasın. Zira rey farklılığı herkesin takdir ettiği üzere İslam'a düşman olmak değil dinî metinlerden farklı istinbatta ve istihraçda bulunmak demektir. Nasıl ki Ebû Hanîfe ile Şâfiî arasındaki rey farklılığı din dışı değilse Allâme Mustafavî'den ortaya koyacağınız farklı bir cümle de din dışı değildir. Bunu ispatlayamazsanız müfteri ve koca bir inanca ve mensuplarına karaçalan birisisiniz.

Her halükarda bu eser hakkında biraz bilgi verelim de okuyucunun kendisi de karara varsın.

Eser herhangi bir Kur'anî kelimenin kökü ve hakikat-ı luğaviyyesi hakkında ilk dönemlerden itibaren kaleme alınan eserlerden Halîl'in el-Aynı, Cevherî'nin es-Sıhâhü'l-Luğa'sı, Zamahşerî'nin Esâsü'l-Belâğa'sı, İbn Manzûr'un Tâcü'l-‘Arûs'u, İbn Fârıs'ın, Mu‘cemü Mekâyisi'l-Luğa gibi eserlerden pasajlar alır. Böylece bu eseri okuyan ve mütalaa eden bir okuyucu bir kelime için değişik kaynaklara müracaat etme zahmetinden kurtulmuş olur. Bunu yaparken sadece ihtiyaç kadarını ele alıp arz eder, detay sayılacak ve insanı bıkıp usandıracak gereksiz bilgileri sunmaktan kaçınır. Kelimenin Kur'an'ı Kerim'deki kullanımlarını da sunarak sadece kelimenin tek bir halini ve kökünü değil iştikaklarını da sunar. Sonra da ele aldığı madde hakkında kendi kişisel görüşünü ortaya koyuyor. Şimdi bu şahıs mı İslam düşmanı veya böyle bir eserin basılması için müessese kuran ve basan İRAN İSLAM İNKILABI mı İslam düşmanı?!

Şimdi söz konusu eserden cihâd maddesini geliniz inceleyim.

Yazar c-h-d maddesi için Misbâh, Mu‘cemü Mekâyisi'l-Luğa, Sıhâh ve el-Müfredât adlı eserlerden bilgiler aktardıktan sonra et-Tahkîk başlığı altında kendi görüşünü şöyle sunmaktadır: "Bu maddeden türetilen kelimelerin hakiki anlamı mümkün olan son noktaya ulaşıncaya ve vus‘atının zirvesine erişinceye kadar takatini harcaması ve büyük bir sa'y göstermesidir.

Ayrıca içtihad ya mal veya beden yahut azalar veya düşünce ile olur. Bunlardan her birisi de ya Allah yolunda olur ya dünyevî garazlarla olur veya kişisel menfaatlere ulaşmak için olur".[1]

Yazar daha sonra bu kökten geçen kelimelerin geçtiği ayetlere bir takım örnekler verir ve ayetin mesajına dair kısa bir yorum yapar.[2]

Örnek olması için bunu verdik İhsan hocam. Şimdi müsaadenizle biz de kelimenin iştikakına yönelik mucemlerden biraz açıklama yapalım.

Cihad kelimesi bildiğiniz üzere sülâsî mezidin ilk kısmı olan Rübâîlerin müfaale babından câ-he-de fiilinin masdarıdır. Bu şekliyle sözcük meşakkat ve takat anlamına gelmektedir.[3] İbn'l-Esîr, Zebîdî ve İbn Manzûr şu açıklamada da bulunurlar: "Aynı kökten gelen cehd sözcüğü meşakkat anlamına gelirken, cuhd ise takat ve vus‘ anlamna gelmektedir".[4]

Feyyûmî'nin de belirttiği gibi bu maddeden türetilen bütün kelimelerde bu mana şu veya bu şekilde bulunmaktadır.[5] Ca-he-de fiilinin masdarı olup, sözcüğün düşmanla karşılaşma esnasında çabasını ortaya koymak anlamına gelmektedir. Bu kelime sonraları İslam'da kafirlerle kıtal anlamında isti‘mâlî olarak kullanılmıştır.[6]

Şimdi dil bilginlerinin kelime hakkındaki bu açıklamalarından sonra geliniz bir de Şia'nın kadri yüce ve fıkıh sahasındaki bilginlerinin cihâdı ne şekilde tanımladıklarına bir bakalım. Bu sözcük anlamı ile Şiî bilginlerin tanımları arasında bir tezatlık bir çelişki var mı görmeye çalışalım. Varsa bize gösteriniz. Bu tanımı altı çize çize yazıyorum ki burada İslam dinine taban tabana zıt bir husus varsa bize gösteriniz. Yok eğer böyle bir şey yoksa bastıra bastıra söylüyorum, siz ya bir müfteri veya bilmediği bir konu hakkında konuşan cahilsiniz.

“İslam kelimesinin yücelmesi ve iman şiarlarının ikameti için canın ve malın ortaya konulmasıdır.” İlkinin kapsamına müşriklerle cihad girerken ikincisinin kapsamına bağîlerle cihad girer.[7]

İkinci bir tanım daha yapacak ve bununla yetineceğiz. Vech-i mahsûs üzere müşriklerle veya bağîlerle muharebede canın veya canın dayanağı olan malın harcanmasıdır.[8]

Görüldüğü gibi Şehid-i Evvel, Hıllî, Seyyid Ali Tabâtabâî gibi Şia'nın hatırı sayılır bilginlerinin tanımını getirdim ki size karşı hüccet tamam olsun.  

Gerçi bu tanımlar efradını camilik özelliğini kapsamamaları yönüyle eleştirilebilir. Merginânî'nin el-Hidâye'sine, el-Mavsılî el-Hanefî'nin el-İhtiyâr'ına müracaat edip bakacak olursanız o tanımların da üç aşağı beş yukarı bu çerçevede olduğunu siz de görürsünüz. Zaten normal olan da budur. Sadece o kadar! Canhıraş bir şekilde bir toplumu Şia ve İran İslam İnkılabı aleyhinde söylediğiniz tarzda elinize malzeme verecek durumda değildir. Samimi ve ihlaslı bir Müslüman okuyucunun da gönül rahatlığı ile kabul edeceği cümlelerdir

Zira İslâm dininin teşri etmiş olduğu diğer cihad türlerini her iki tanım da müştemil değildir. İla-yı kelimetullah, dinin intişarı ve izzet bulması kıtalden ibaret değildir, hatta belki de kıtal son çaredir. İlay-ı kelimetullah için başka yollar varsa onlara başvurulmalı, insanların aklına ve kalbine giden yollar aranmalıdır. Beri taraftan sizin de kabul ettiğiniz üzere bu tanımlar nefisle cihad, kadının ailedeki cihadı, tağutlar karşısında hakkı haykırmak, helal rızık talep etmek için didinmek şeklindeki cihad maalesef bu tanımlar içermemektedir. Dolayısıyla daha kapsamlı bir tanım yapılabilse de bizim şu anki konumuz bu olmadığından ve sizin iddia ve okumanızın batıllığını ortaya koymak bizim için yeterli geldiğinden bu kadarı bizim için kafidir. Ancak biraz derin düşününce burada bu tanımları yapanların da pek bir kusurunun olmadığı anlaşılıyor. Zira öyle anlaşılıyor ki cihad için sözcüğün hakikat-ı müşerria veya müteşerria anlamından bahs etmek güç. Dolayısıyla mucemlerde verilen anlamın Kur'an ve hadis gibi dini metinlerde de kullanıldığını gözlemlemekteyiz. 

Şunu da belirtelim ki Şiî müellifler tanımı dar tutmuşlarsa da sonradan yaptıkları açıklamalar ile söz konusu eylemlerin cihad kapsamına girdiğini belirterek varmak istediğiniz amacı bi iznillah boşa çıkartmışlardır.

Örnek olması için bir kaynak verelim de koca bir yapıya ahiret endişesi ve kaygısı duymadan nasıl iftira attığınız ortaya çıksın ve bundan sonraki yazılarınızda belki biraz daha dikkatli bir dil kullanırsınız.

Şia'nın fıkıh sahasındaki bilginlerinden Şeyh Necefî'nin Cevâhirü'l-Kelâm adlı eserinden bir pasaj alıntılayalım: "Cihad, Terimsel olarak da müşriklerle veya bâğîlere muharebe konusunda canı ortaya koymak ve malı harcamak, İslam kelimesinin yücelmesi için canı, malı ve takatini ortaya koymak, iman şiarlarını ikamet etmek demektir… Zira dinin izzet kazanması mahsus cihadla olmasından daha kapsamlıdır…. Cihad, İslâm'ın zirvesi, iman rükünlerinin dördüncüsü, cennetin bir kapısı, farzlardan sonra diğer şerî ilkelerin en faziletlisi, Hz. Muhammed (s.a.a.) ümmetinin seyahatidir…. Kılıçlar cennetin ve cehennem ateşinin kilitleridir. Cennette mücahidleirn kapısı diye mücahidlerin oradan cennete girecekleri bir kapısı vardır… Kim Allah yolunda gaza eder ve gazada başına bir katre değecek olursa o katre Kıyamet gününde onun lehine şehadet eder".[9]

Bu cümlelerin büyük bölümü Hz. Rasûlullah'tan ve Ehl-i Beyt İmamlarından alınan hadislerden mülhemdir. Şia'nın hadis mu‘cemlerinden hangi amel ve eylemlerin cihad kapsamına girerek yazımızın hacmini kabartmak istemiyorum. Kütüb-ü Erbaa'ya müracaat ederek çok rahat bir şekilde hangi amellerin cihad kapsamına girdiği görülebilir. Hatta böyle bir çalışmanın yapılması İslamî müktesebât açısından yararlı belki de zorunlu bir çaba olarak da görülebilir.

İhsan Hoca! Cihadın faziletleri ile ilgili yazarın söylediklerinden sadece bir bölümünü buraya kaydettim. Yoksa yazar bunun katbekat fazlasını söylemektedir. Şimdi Allah aşkına bunlardan hangisi İslam dinine düşman olan bir kimsenin ve İslam dinini yıkmak isteyen birisinin söyleyebileceği sözler. Hiç utanmıyor musunuz bu şahsın mensubu olduğu yapının bireyleri için bunlar aziz İslam dinini yıkmaya çalışan kimselerdir diye iftira atmaya!

Şia, cihadın teşri felsefesi ve Fetih olgusu 

Cihadın felsefesi üzerinde durmak gerekmektedir. İslam'da cihâdın teşri ediliş maksadı ve ereği kitap, sünnet ve akıl çerçevesinde iyice irdelenip öylece fetihler değerlendirilmelidir. Değil mi ekmel bir dine inanıyorsak Müslümanların fiillerini ekmel prensipler üzerinden değerlendirmeliyiz.  

Önce birkaç hususa vurgu yapmak istiyoruz. Bu hususlar belki de fetihlerin değerlendirilmesinde bizim için kıstas olacak hususlardandır. Biz İslam dininin bir teşriî olan cihadın teşri ediliş felsefesi olarak egemenlik kurmak, bir toplumun emval ve emtiasını ele geçirmek, ganimetler elde etmek, bir aile, yapı ve millete galebe çalıp, onların yönetim mekanizmasını ele geçirmesini sağlamak, yerleşim birimlerini yerle yeksan etmek olmadığına inanmaktayız. Kanaatimizce insanlık ailesinin fiziksel, aklî ve kalbî ihtiyaçlarının kendilerine ulaştırılması için engelleri ortadan kaldırmak, saadetlerini sağlayacak ortamı oluşturmak, hakikat çatısı altında insanlık ailesini bir araya getirmektir cihad ve cihadın teşri ediliş gayesi. Günümüz insanlık ailesinin düşmanı olan avleme/küreselleşme taraftarlarının yaptığı gibi bir ülkenin siyasî, kültürel ve ekonomik yönden ele geçirilmesi gibi bir dürtü ve saikle hareket edilmesi ve bu sonuca çıkan ameliyelere girişilmesi cihad olamaz. Dolayısıyla bu çerçevede İslamî fetih adı altındaki eylemlerin bütününü bu ikili taksimata göre değerlendirmeliyiz.

İlay-ı kelimetullah, insanlığın hak ve hakikat ihtiyacını karşılamak, insanlık ailesinin bir yöre ve bir coğrafyadaki mazlum ve mustazaf halk kitlelerini kurtarmak için yapılan bütün askerî hareketler başımız üzerinde yeri var ve büyük bir sa'y olarak değerlendiririz.

Ama yok hayır mal ve meta elde etmek, insanlık ailesinin bir yurt, bir diyar ve bir şehrinin kültürel, siyasî ve ekonomik zenginliklerinin ele geçirmek, kendi halinde yaşayan şehirlerin hür insanlarını ele geçirip öldürmek, esir ve cariye statüsüne koymakla sonuçlanan ve bu saiklerle yapılan askerî hareketler kimse kusura bakmasın ama bunları cihad ve fetih hareketleri olarak göremeyiz. Tabi bu benim kişisel kanaatim. Çevirisini yaptığım İbn Asem'in el-Futuh'unda -ki çeviri esnasında Taberî, İbn Kesîr, İbn Esîr gibi diğer kaynaklardan da sürekli çapraz okumalar da yaptım- bu şekilde yığınlarca olayla karşılaşınca bu kaydı düşmek zorunda kaldım.

Kur'an'da cihadı konu edinen ayetleri beş gruba taksim etmek mümkündür.

a- Çarpışmaya ve kıtale davet eden içinde takyidi barındırmayan ayetler.

Tevbe 29 ve 73. ayetler bu kategoriye girmektedir.  İlk ayet Ehl-i Kitapla savaşma, ikinci ayet ise kafirler ve münafıklarla savaşmak hakkında mutlaktır. Bu gruplarla savaşmaya dair ayetlerle bir kayıt söz konusu değildir. Dolayısıyla bunlar ister Müslümanlarla savaşşınlar ister savaşmasınlar onlarla mukatelede bulunmak gerekmektedir.

b- Müşriklerle savaşmayı bir kayda bağlayan ayetler. Bu kayıt da onların Müslümanlarla savaşmaları ve taşkınlıkta bulunmalarıdır. Bakara Suresinin 190 ayeti böyledir. Bu ayete göre müşriklerin taşkınlıkta bulunup sınırı aşmaları halinde onlarla savaşmak vaciptir, böyle bir durum ortada yoksa vacip değildir. Bunun yanında başka bir kayıttan bahs etmekten de mümkündür. O da düşmanın anlaşmayı bozmaya kalkışmaları, taşkınlıkta bulunmalarıdır. Bu durumda Müslümanların onlarla savaşmaları vaciptir. Tevbe Suresinin 8, 10 ve 12. ayetleri bu kategoriye girmektedir. Yapılan anlaşmayı bozmak bir tür savaş ilanı ve taşkınlık mesabesindedir.

Söz konusu bu ayetler mülahaza edildiğinde bu ayetlerin savaşın mutlak olarak teşri edilmediğini bir başka ifadeyle bir sebepten dolayı teşri edildiğini ortaya koymaktadır.

Özetle ilk grupta mutlak gibi görünen ayetlerin bu ayetlerle mukayyed olduğu ortaya çıkmaktadır. Mutlak ayetlerin mukayyede haml edilmesi gerektiği Usul-u Fıkıh açısından bilinen bir husustur.

Üçüncü grup mustazafların ve mazlumların yardımına koşmaya onları zalim ve despot hükümdarların zulümlerinden kurtarmaya davet eden ayetler. Fakat burada yardımına koşulacak olan kimse kişinin kendi şahsı veya milleti değil, diğer insanlar ve diğer milletlerdir. Bu durumda dünyanın herhangi bir yerinde zulüm ve haksızlık gören bir insan olması o insanın hakkının savunulması ve zulümden kurtarılmasının zorunluluğu için yeterlidir. Bu cihad ve savunma türlerinin en faziletlilerindendir. Bundan daha mukaddes bir amel olabilir mi? Nisa Suresinin 75. Ayeti bu tür cihada değinmektedir.

d- Dinde zorlamanın olmadığına delalet eden ayetler. Bilindiği üzere din inançtır ve inançta da Rab Teâla'nın buyurduğu gibi ikrah söz konusu olamaz.[10] Beri taraftan inanç hürriyetine delalet eden Nahl Suresinin 125, Kehf Suresinin 29. Yûnus 99 ve Şuârâ 3-4 vd ayetler hep bu kategoriye giren ayetlerdir.

Beşincisi: Barış içerisinde yaşamaya davet eden ayetler. Enfal 61 ve Nisâ 90. ayetler bu kategoriye girmektedir.

Bütün bu ayetleri mülahaza eden bir kimsenin aklına şöyle bir soru takılabilir: İslam diğer milletler ve gruplarla barış ve sulh içerisinde birlikte yaşamayı ve diğer inançlara saygı göstermeyi bir şiar olarak görüyor, bir insanın İslam dinini kabul etmeye zorlanmayı men ediyorsa kıtal ve muharebeye teşvik eden ayetleri nasıl yorumlayacağız.

El-Cevap: Bu beş grup ayet birlikte mülahaza edildiğinde doğru cevaba ulaşmak mümkündür.

İkinci ve üçüncü grupta söz konusu edilen ayetler mülahaza edildiğinde kıtalın ancak savunma için teşri edilmiş olduğu görülür. Bu kıtal şu üç kısma ayrılır.

a- Bireyi veya milletin kendisini savunması

b- Baskı ve zorbalık altında bulunan birey veya milleetlerin savunması

c- İnsanî değerlerin ve erdemlerin savunulması. Bu da İslamî davetin nüfuz etmesine mani olan despotik yönetim tabakasıyla cihat etmekle gerçekleşir.

İhsan Hocam ve değerli okuyucular burada şöyle bir açıklama getirmemiz gerekiyor. İnsanlık ailesinin bireylerinin temel ihtiyaçlarından birisi de aklî ve kalbî ihtiyaçlardır. İnsanlık tarihi de buna şahittir. Biz tarihte falanca şahsın ne yemek yediğini nerede gezdiğini pek konu edinmeyiz. Zira maddî ihtiyaçlar temel olmakla birlikte hayatını sürdürmesine ve kendisini insan etme ameliyesine vesile olan saikler elbette çok daha önemlidir. Bunlar da bir renk ve bir ırk ile sınırlı olmayan ve bir bağı da bulunmayan aklî ve kalbî hakikatlerdir. Bu aklî ve kalbî hakikatleri İNSANİYET AİLESİNİN EN YÜCE ÖĞRETMENLERİ NEBİLER, RASULLER (VE EHL-İ BEYT İMAMLARI) insanlık ailesinin önüne sunmuşlardır. İhsan Hocam bu bağlamda olaya bakan bir kimse MUHAMMED B. ABDULLAH'I (Allah'ın Salatı Onun Üzerine Olsun), NUH'U, İBRAHİM'İ, MUSA Vd. (Allah'ın selamı bütününün üzerine olsun) kendisine yakın ve akraba hisseder. İftihar ederek ve kıvanç duyarak söylüyorum Ali'ye duyduğum aşk, bu hakikatleri haykırmasındandır. Bu hakikatleri başka birisi de haykırsaydı ona da aşk ve şevk duyardım. Ali'ye duyduğum aşk ve şevk ne coğrafyadan ne renkten ne ırktan ne de başka biyolojik bir unsurdan kaynaklanmaktadır. Aynı çerçevede RUHULLAH EL-MUSEVÎ EL-HUMEYNÎ'YE, SEYYİD ALİ HAMANEÎ'YE, oğlunu kurban vermiş SEYYİD HASAN NASRULLAH'a duyduğum muhabbet ve meveddetin arka planında da aynı saik var. Irk ve ten kesinlikle değil. Ben Anadolu Coğrafyasında yaşayan bir Kürt'üm. Halbuki isimlerini belirttiğim şahsiyetlerin ilki bir Fars ikincisi ise bir Türk, üçüncüsü ise bir araptır. Bu sayılan bireylerle de aynı aileye de mensup değiliz. Aynı renge de sahip değiliz. Ben siyaha çalan kumral bir deriye sahip Adem oğluyum, onlar ise bambaşka tenlere sahip bireyler.

Bu çerçevede insanlık ailesinin aklî ve kalbi ihtiyaçlarının önünde durup insanlara ulaşmalarına engel olan ve onların üst düzey haz ve saadetlerine engel olanlar bir mani olarak kabul edilir. Ancak böyle bir mani ortada yoksa halkın düşünsel ve kalbî ihtiyaçlarını karşılamalarına zincir vurmayan bir yönetici/ler birer engel olarak görülmez. Bu yönetici tabakalarının ülkelerini yönettikleri topraklara akınlar düzenlemek yukarıda gruplandırmalarda bulunduğumuz ayet kategorilerine girmemektedir. Bu çerçevede İslam'ın cihaddan amacının diğer ülkeleri siyasi, kültürel ve iktisâdî açıdan ele geçirmek olmadığını yüksek sesle dile getirmek ve haykırmak isterim.

Şia'nın büyük alimlerinden Allâme Sebzevârî cihadın amacını şöyle ifade eder:  “neşrü'l-adl, bastu'l-hakk, tathîrü'l-erdi mine'z-zulmi ve'l-fesâd”dır.[11] Yani insanlığın  temel ihtiyacı olan adaletin yayılması, hakkın yaygınlaşması, üzerinde yaşadığımız şu dünya coğrafyasının zulüm ve bozgunculuktan arındırılmasıdır.

Şimdi İhsan Hocam Allah aşkına bu düşünceye sahip olan bir toplum, bir inanç mı İslam düşmanıdır? Bir daha düşününüz, Allah'tan korkunuz, ahiretinizi göz önüne alarak Ehl-i Beyt mektebine ve İran İslam İnkılabına kara çalmaktan, düşmanlık yapmaktan ve adavetten artık vazgeçiniz.

Şia'nın ve İslam Inkılabına mensup bireylerin İran'ın fethine bakışı 

Açıkçası olayları doğru ve sağlıklı bir şekilde analiz edemediğiniz kanaatindeyim. Şu iki olguyu birbirine karıştırmışsınız gibime geliyor

Fetih olgusu ile milletlerin Müslümanlaşması ve feth edilen coğrafyada yaşayan millet(ler)in İslam'ı benimsemesi. Önümüzde İslam'ı benimsemeyen yığınlarca İslam fetih örnekleri var. 

Yazdığınız satırları tekrar bir okuyunuz. Taassuptan uzak bir şekilde değerlendirmeye çalışınız. Sadece İran değil her bir millet için ayrı ayrı ele alıp incelenmesi gereken bir konu bu! Bir milletin yaşadığı coğrafyanın fethi, fethedildikten sonra -Müslüman olmuşlarsa- İslamlaşma süreci, İslamlaşmalarının samimiyeti, İslam'a hizmetleri, İslam'ın hangi kolunu benimsedikleri, yeni bir İslam akımını ortaya çıkartıp çıkartmadıkları, önceki akımlardan birisine intisap edip etmemeleri, tarihsel süreçte geçirdikleri değişimler hep ele alınıp incelenmelidir. Ancak sizin yazınız son derece temelsiz duruyor. Bütün bu sorular cevaplandırmadan İran eşittir, Şialığın icadı gibi çürük, temelsiz ve yanlış bir sonuca varmışsınız. Konunun detaylarına girmek istemiyorum. İsterseniz bu konunun da detaylarına gireriz. Ama yazacağımız daha çok konu olduğundan ve onlara cevap vermeye de çalışacağımızdan bu bölümü çok kısa bir şekilde geçmeye çalışacağız.

İlk önce Şiîlik kavramının açıklanması ve tarihsel köklerinin ortaya konulması gerekmektedir ki Fars veya Sebeîliğin inşa sürecinde zatı alinizin iddia ettiği gibi katkısının (!!) bulunup bulunmadığı ortaya konulsun.

Öncelikle şunu hemen belirtelim ki insanlığın düşünsel mirası gelişim göstermektedir. İlk önce bir düşünce belirir, sonrasında da bu düşünce tarihsel süreçte tekâmüle doğru yol alır. Bütün ekoller için bu böyledir. Hilafet düşüncesi, sahâbe düşüncesi, İtizal düşüncesi, cebr inancı başlangıçta belirir, sonrasında da bu düşünceler zaman içerisinde düşünce ve tefekkür aktivitesiyle ileri boyutlara varır.

Ali taraftarlığı, Ali Şiası anlamındaki Şiîlik bizzat Rasûlullah dönemine kadar gider ve Rasûl-u Azam'ın kullanımıyla da sabittir.[12] Biz burada Şiîliğin kökünden bahs ediyoruz. Rasûl-u Azam (s.a.a.) “Ali Şiası” kavramını kullanmışsa artık bu Onun döneminde Şialığın başladığını veya temellerinin o dönemde ortaya atıldığı ortaya çıkmaktadır. Sonraki basamak ise Rasûlullah'ın bu Ali Şiasını övgü bağlamında mı yoksa yergi bağlamında mı kullandığıdır.

Sebeîliğin veya Fars etkisinin olup olmadığı sonraki süreçtir. Zaten cevâbî yazımızın ilerleyen bölümlerinde sizin Sebeîliğin veya Fars etkisi çerçevesinde Şia inancında vucud bulduğuna dair ileri sürdüğünüz argümanları inceleyeceğimizden şimdilik burasını geçiyoruz. O bölümde ileri sürdüğünüz etkilerin kitap, sünnet ve akıl çerçevesinde deliller ve burhanlar muvacehesinde ele alınıp incelemeye çalışacak o kültürün etkisi ile Ehl-i Beyt mektebine geçmiş olgular varsa bunu ret edip İslamî olmadığını söylemeye çalışacağız. Ama İhsan Hoca! Şu mantık hatasına ve işin kolayına da kaçıp tribüne de oynamayın. Bakın şu inanç falanca dinde var, bakın bu da Şia'da var. Öyleyse Şia o inanç orjinlidir. Bu kapı hiç ilmî ve mantıkî değil. Bu kapı kullanılacak olursa ben de Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin kabul ettiği inanç ve kabuller arasında diğer dinlere ait yığınlarca inanç ve kabul bulabilirim. Nitekim bu dillendirilmektedir de. Ama bu çok saçma olduğundan ve hiç doğru bir yol olmadığından bu yola tevessül etmem. Zira o inanç pekala Adem'den Hâtem'e kadar İSLAM DİNİNİN, insanlığın ve fıtratın kabul ettiği bir inanç ve kabul olabilir. Dolayısıyla İnanç ve kabul neyse elimizde hakkın ve doğruluğun ölçütü olan KİTAB-I KERÎM ve SÜNNET-İ NEBEVİYYE var. Bu çerçevede o inancın İslam inancına aykırı olup olmadığı tespit edilebilir. İlmî olan söz konusu inancın ve kabulün doğruluğunun ve yanlışlığının ortaya konulmasıdır.

İran'ın fethi

Bu konuya çok kısa geçmeye çalışacağım. Ancak siz kendi yazdığınız bir makaleyi lütfen aklî kıstaslar çerçevesinde tekrar bir gözden geçiriniz. Zira yazdığınız yazı çok ham duruyor. Sasanî ne benim ülkem ne de bir ırk bağım var. İslam'ın Sasânîyi feth etmesi, Romayı, Kuzey Afrikayı, Doğu Avrupayı, Anadolu Coğrafyasını fethini okuyup değerlendirecek olsam olayı çeşitli yönlerden değerlendirmeye çalışırım. İslam dininin bu coğrafyalarla mücadelesi nasıl olmuş, coğrafyada yaşayan insanların tepkisi nasıl olmuş, bağlı bulundukları devletler için gönülden mi savaşmışlar, yoksa zoraki mi savaşmışlar, Müslüman fatihleri nasıl karşılamışlar, İslam'ı kabul etmişler mi, İslamlaşma süreci nasıl olmuş, İslam'ı kabul ettikten sonra kabullerinin yansımaları nasıl olmuş, İslam'ın hakimiyetinin zayıfladığı dönemlerde kendi eski dinlerine, kabullerine ve kültürlerine geri mi dönmüşler? İslam'ın o coğrafyadaki fetihleri ne kadar rıza-ı ilâhîye uygun? Hakikaten İla-yı Kelimetullah için mi savaşmışlar, yoksa mal, emtia, cariye ve köle edinmek amacıyla mı savaşmışlar gibi olayı çok çeşitli boyutlardan incelemeye çalışırım. Ama yazınız amacı önceden belirlenmiş bir yazı olarak görünüyor. O amaç çerçevesinde de bu yukarıda saydığım sosyal olguların zemin etüdü yapılmadan kolaycılığa kaçarak Şia eşittir Fars kültürüdür sonucuna ulaşmak istemiş ve okuyucuya da bunu enjekte etmeye çalışmışsınız.

Bu bölümü hiç uzun tutmayacağım? Sadece maksadı hasıl edecek iki soru soracağım?

A- Farslar Müslüman olduktan sonra İslam'ın hangi yorumunu benimsemişler.

B- Farslar Müslüman olduktan sonra tekrar Sâsânî Devletini ihya etmek için herhangi bir mücadele içerisine girmişler mi ve eski dinlerini ihya etmek için somut teşebbüslerde bulunmuşlar mıdır?

Lütfen sadece bu iki soruyu cevaplandırınız. Sanırım bu iki soruya vereceğiniz adam akıllı cevap ulaşmak istediğiniz sonucu çürütecektir. Bu konuya detaylı bir şekilde girmek isterseniz ben varım, detaylı bir şekilde girelim isterseniz!

Yazınızı bölüm bölüm ele alıp cevaplandırmaya çalışacağız. Bu cevabımız yazınızın ilk bölümü için.

Selam hidayete tabi olanlara, tevhid ve vahdet aşkıyla gönlü çarpanlara, Dünya İstikbârı karşısında direnen mazlum ve mustazaflara!

Devam edecek inşallah...

 

-------------------------------------------------------------------------

KAYNAKÇA

Mustafavî, Hasan, et-Tahkîk fî Kelimâti'l-Kur'ani'l-Kerîm, Tahran; Merkezi Neşri  Âsârı Allâme Mustafavî, 1. Baskı, 1393.

El-İsfahânî, Ebü'l-Kâsım Hüseyin b. Muhammed er-Râğıb (h. 502), el-Müfredât fî Ğarîbi'l-Kur'an, 2. Baskı, 1404

Fîrûzâbâdî, Mecdüddîn b. Muhammed Yakûb (817), El-kâmûsu'l-Muhît, İşrâf: Muhammed Nuaym el-Akarkûsî, Beyrut; Müessesetü'r-Risâle, 8. Baskı, 1426.

İbnü'l-Esîr (h. 606), en-Nihâye fî Garîbi'l-Hadîs, Tahkik: Tâhir Ahmed ez-Zâvî- Mahmud Muhammed et-Tanâhî, dördüncü baskı, hicrî şemsî 1364.

Zebîdî, Mühibbüddîn Ebü'l-Feyz Seyyid Muhammed Murtazâ el-Hüseynî el-Vâsıtî el-Hanefî (h. 1205), Tâcü'l-Arûs min Cevâhiri'l-Kâmûs, Ali Şîrî, Dârü'l-fikir, 1414.

İbn Manzûr, Muhammed b. Mükerrem b. Ali b. Ahmed el-Ensârî (h. 711) Lisânü'l-Arab. Kum: Neşrü Edebi'l-Havza, 3. Basım, 1405.

Feyyûmî, Ebü'l-Abbâs Ahmed b. Muhammed b. Ali el-Hamevî, el-Misbâhü'l-Münîr fî Ğarîbi Şerhi'l-Kebîr, tahkik: Abdülazîm eş-Şinnâvî, Kahire; Dârü'l-Meârif.

 El-Kûnevî, Kâsım b. Abdullah(h. 978), Enîsü'l-Fukahâ fî Ta‘rîfâti'l-Elfâzi'l-Mütedâvile beyne'l-Fukahâ, Tahkik: Ahmed b. Abdürrezzâk el-Kebîsî, Cidde; Dârü'l-Vefâ, 1. Baskı, 1406.

El-‘Amılî, Şehîd-i Evvel Muhammed b. Mekkî, Ğâyetü'l-Murâd fî Şerhi Nüketi'l-İrşâd, Kum; el-Mderkezü'l-Alî li'l-Ulûm ve's-Sikâfeti'l-İslâmiyye, 1435.

El-Hıllî, Cemâlüddîn Mikdâd b. Abdullah es-Suyûrî (h. 826), et-Tenkîhü'r-Râi‘ li Muhtasari'ş-Şerâyi‘, Tahkik: Seyyid Abdüllatif Kuhkemerî, Neşr: Mektebi Ayetullah el-Meraşî, Kum; Matbaat-u Hıyâm, 1404.

            Kenzü'l-İrfân fî Fıkhi'l-Kurân, Tahra: Menşûrâtü'l-Mektebeti'l-Murtazaviyye, 1373.

El-irakî, Diyâüddîn, Şerhü't-Tabsirati li'l-müteallimîn, Kum; Müessesetü'n-Neşri'l-İslâmî, 1414.

Tabâtabâî, Seyyid Ali (h. 1231), Riyâdü'l-Mesâil fî Beyâni Ahkâmi'l-Mesâil bi'd-Delâil, Kum; Müessesetü'n-Neşri'l-İslâmî, 1412.

El-Amılî, Zeynüddîn b. Ali Şehîdü's-Sânî (h. 966), Mesâlikü'l-Efhâm İlâ Tenkîhi Şerâii'l-İslâm, Kum; Müessesetü'l-Meârifi'l-İslâmiyye, 1. Baskı, 1413.

En-Necefî, Şeyh Muhammed Hasan (1266), Cevâhirü'l-Kelâm fî Şerhi Şerâii'l-İslâm, Tahkik ve talik: Şeyh Abbâs el-Kûçânî, Dârü'l-Kütübi'l-İslâmiyye, 3. Baskı, hicrî şemsî: 1362.

Sebzevârî, Seyyid Abdülazîm el-Mûsevî, Mevâhibü'r-Rahmân fî Tefsîri'l-Kur'an, Kum: Dârü't-Tefsîr, 5. Baskı, 2017.

Haskânî,  Abdullah b. Abdullah b. Ahmed, Şevâhidü't-Tenzîl li Kavâidi't-Tafdîl fî'l-Ayâti'n-Nâzileti Ehli'l-Beyt, Tahkik: Şeyh Muhammed Bâkır el-Mahmûdî, Tahran; Müessesetü't-Tab‘i ve'n-Neşrî, 1. Baskı, 1411.

Heysemî, Nûreddîn Ali b. Ebû Bekir (h. 807), Mecmeü'z-Zevâid ve menbeü‘'l-Fevâid, Beyrut; Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, 1408.

Hâkim en-Nîsâbûrî (h. 405), el-Müstedrek Ala's-Sahîhayn, İşraf: Yûsuf Abdurrahmân el-Maraşlî, Beyrut; Dârü'l-Marife.

Gencî Şâfiî, Muhammed b. Yûsuf, Kifâyetü't-Tâlib fî Menâkıbı Ali b. Ebî Tâlib, Dârü İhyâi't-Türâsi Ehli'l-Beyt.

Suyûtî Celâlüddîn (h. 911), ed-Dürrü'l-Mensûr fi't-Tefsîri bi'l-Mesûr, Tahkik: Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, Kahire; Merkezü Buhûsi ve'd-Dirâsâti'l-Arabiyyeti ve'l-İslâmiyye, 1. Baskı, 1424.

 



[1] Hasan Mustafavî, et-Tahkîk fî Kelimâti'l-Kur'ani'l-Kerîm, 2/149-150, Tahran, Merkezi Neşri  Âsârı Allâme Mustafavî, 1. Baskı, 1393.

[2] Mustafavî, et-Tahkîk, ‘7150.

[3] İsfahânî, Râğıb, el-Müfredât fî Ğarîbi'l-Kur'an, 101; Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsu'l-Muhît, 275; Zebîdî, Tâcü'l-Ârûs, 4/408.

[4] İbnü'l-Esîr, en-Nihâye fî Ğarîbi'l-Hadîs 1/320; Zebîdî, Tâcü'l-Ârûs, 4/408.; İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, 3/134

[5] Feyyûmî, el-Misbâhü'l-Münîr, 112.

[6] El-Kûnevî (h. 978), Enîsü'l-Fukahâ, 181.

[7] El-Amılî, Gâyetü'l-Murâd, 1/332-333; el-Hıllî, et-Tenkîhü'r-râi‘, 1/569; es-el-Hıllî, Kenzü'l-İrfân 1/340; Ali Tabâtabâî, er-Riyâdü'l-Mesâil, 7/441; Irakî, Şerhü't-Tabsıra, 4/316

[8] Şehîdü's-Sânî, El-Mesâlik, 3/7; Ali Tabâtabâî, er-Riyâd, 7/441; en-Necefî, Cevâhirü'l-Kelâm 21/3

[9] En-Necefî, Cevâhirü'l-Kelâm, 21/3

[10] Bakara 2/256.

[11] Sebzevârî, Mevâhibü'r-Rahmân, 9/178.

[12] Ali ve şiasının insanların en hayırlısı olduğuna dair hadisin Mürsel birkaç kanalını sunup bu hadisler Mürseldir demeye çalışmışlarsa da hadisin muttasıl olduğu isnad zincirleri de vardır. Biz bunlardan birkaçının adresini vermekle yetineceğiz.

Haskânî; Şevâhidü't-Tenzîl, 2/459; Suyûtî, ed-Dürrü'l-Mensûr, 15/577-578; Gencî Şâfiî, Kifâyetü't-Tâlib, 244; Heysemî, Mecmeü'z-Zevâid, 9/173; Heysemî, Mecmaü'z-Zevâid, 9/131. (Heysemî bu son hadis hakkında Câbir el-Cufî'nin bulunmasından dolayı rivayeti zayıf saymışsa da Müttakî el-Hindî, Câbir el-Cufî'nin zayıf sayılmasının gerekçesini Onun Ehl-i Beyt'in halis ve has yarenlerinden olduğunu ima ettirecek tarzda ifadeler kullanır. Câbir el-Cufî büyük İslam bilginlerindendir. Ama İmam Muhammed el-Bâkır'ın özel dostlarından olması ta'n edilmesine neden olmuştur. Dolayısıyla İslamî ilimleri almak için her kapıya başvurulur, ama Ehl-i Beyt'in kapısına başvurulamaz. Bu şahsın ne yalancılığı vardır ne de ahlâkî ve kişisel sorunları. Bundan dolayıdır ki insaf sahibi Cerh ve tadil alimlerinden olan Şube ve Sevrî onu sika saymışlardır.); Hâkim, el-Müstedrek, 3/160.

 

Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar